bugün

entry'ler (84)

kelebek etkisi

geçmişte yaşayan bir tek filozofun düşüncesini yok etsek ya da bir tek savaş yapılmamış olsa, o olayı takip eden bütün insanlık tarihi değişirdi, bilim buna "kelebek etkisi" diyor; japonya'da bir kelebeğin kanat çırpınışının amerika'da fırtınaya sebep olması. insanlığın varoluşundan bu yana yaşanan her şeyin bugünkü durumumuzda bir payı vardır. en önemsiz gibi görünen bir değişiklik, kendinden sonraki tarihte değişikliğe yol açar. yaşanan her şey bugünkü durumumuzun var olması için yaşanması gereken şeylerdir.

alıntıdır.

hayedeh

ezgi tanrıçası hayedeh saghi'ye

ne söylüyorsun sen böyle kadın
şuh sesinde hayat bulan bu sözlerin neyi anlatıyor
haykırdığın kelimelerin ardında hangi onulmaz acı var
ve avazeyi saldığın anda yüreği virana çevirmenin hikmeti ne

en coşkun aşklar senin topraklarında yaşandı
hangisinin sevdasına dizdin bu ezgilerini
hangi ayrılığın çığlığıdır bu
hangi kahraman ölümün ağıdı

sözlerinde ihanetin sitemi mi var
yoksa yalnızlığın matemi mi
nefret ve şiddeti hangi notaların arasına kazıdın

söyle kadın
bunca elem ve kederi nasıl bir araya getirdin
ve hangi şairin mısraları seninkiler gibi en derine işledi

ya sesine eşlik eden şu sazlar ve kemanlar
tamburlar ve neyler
bunlar da neyin nesi
hangi hüznün zehrinden sürdünüz yaylarına
ve hangi baldıran acısı raptolundu mızrabına
hangi kutsal suda yıkadınız
hangi efsanenin efsununa daldırdınız
kaç söylenceden toplayıp
söyle kadın hangi mucizeyi sihri yaptınız

babil'de en şanslı insana bahşedilen dil
ve yeryüzünde bir kadına verilen en asil ses

en mağrur dil ve en mucizevi ses

şimdi söyle kadın
böylesine büyülü ses ile
ve kalkıp küfrü bile aruzla söylenen dil ile
ezgiler mırıldanarak ne yapmaya çalışıyorsun böyle

kutsallığın da bir sınırı vardır
hangi tanrıçanın göz diktin tahtına sen


tanrıların gazabı muhteliftir
insanlığın da azabı
her insanda sağaltılmaz yaralar açmak da
senin gazabın galiba
olympos dağında bir taht da senin olsun
ismin de ezgi tanrıçası

ki tanrıların merhameti de olurdu
mutluluk denen illet hiç yok yanında
senin ezgilerinde yalnızca ölüm iksiri

ve tanrılar ölümsüzdür
ama sen değil
senin ezgilerin gibi

saçma

--spoiler--

--spoiler--

insanların küçücük renkli dünyasında bir olay, ancak bir başka gerçeğe göre saçmadır; yani kendisine eşlik eden durum ve koşullara göre saçmadır. örneğin; bir delinin konuşması deliliğine göre değil, içinde bulunduğu durum bakımından saçmadır.

--spoiler--

--spoiler--

bulantı/jean-paul sarte

hümanizm

--spoiler--

--spoiler--


hümanizm, bütün insansal davranışları kendi malı haline getirir ve hepsini birbirine karıştırır. ona dosdoğru karşı gelirseniz oyuna düşmüş olursunuz; çünkü hümanizm karşıtlıklarına dayanarak yaşar. dik başlılar, dar görüşlüler, yasa dinlemezler, ona yenilip dururlar; onların bütün sertliklerini, bütün kötü aşırılıklarını, hümanizm sindirir ve köpüklü beyaz bir lenf haline sokar.

--spoiler--

--spoiler--

bulantı/jean-paul sartre

ibn i haldun

coğrafya bir kaderdir, sözünü söylemiş büyük insan.

national geoghraphy de belgesel izlemek

hem de yalnız başına değil, babaanneyle izlemek.

klasik avlanma sahnelerinden biri yaşanır yine. dişi aslanlardan biri bir antilop sürüsünün yakınlarında pusuda beklemektedir. aslan tetikte, nene ise pür dikkat izliyor.

ve kovalamaca başlar. aslan sürünün en zayıf halkasına kilitlenmiş koşturuyor. bizim nene on bin km öteden feryad figan bağırıyor. " koş yavrum koş, o canavar seni yiyecek!" yavru ceylan bu şevkle daha bi hızlı koşuyor. fakat malumunuz üzere aslanın elinden paçayı kurtaramıyor. nene ise mağlubiyetin verdiği acıyla yerlerde. son birkaç cümle ansızın çıkıyor ağzından. ve asıl bomba da burda saklı.

"yazık oldu zavallı ceylana. o mendebur aslanın boğazında kalır inşallah. şimdi burda olsa keser kavurma yapardık. ceylan eti de ne güzeldir."

ah ah! bu ne yaman çelişki nene!! biz de seni vejeteryan sanmıştık.

iz bırakan kitap cümleleri

saat 3. bir şey yapmak istersiniz, bu saat ya çok geç ya çok erkendir. öğleden sonra acayip bir an.

jean paul sarte - bulantı

oğuz atay

--spoiler--

‘‘Köyde oturduğum sırada bir gün ‘ilginizi umarak’ diye imzalanmış bir kitap gelmişti bana: ‘Tutunamayanlar’. Çok beğendiğim halde bunu Oğuz Atay’a bildirmek gereği duymamıştım. Böylesine güzel bir roman yazan birinin başkalarını da yazacağını, benim yargıma gereksinmeyeceğimi düşünmüştüm. Yıllar sonra bir tanıdığına benim için ‘Romanımla ilgilenmedi’ demiş. Bunu duyduğuma üzüldüm. Ölmemiş olsaydı ne yapar eder, onu bulur konuşurdum.”

--spoiler--

yusuf atılgan

yaran youtube yorumları

video: nil erkoçla ın erkek halini gördünüz mü?

yorumlar

abazan 1: ulan o kadar bıyıklı kız varken sana mı düştü erkek olmak hiç yakıştıramadım nil sana

abazan 2: o değil de eski fotolarına bakıp 31 çeker mi acaba

abazan3:kız olsam verirdim la benden yakışıklı olmuş amk.

sosyolojik tahlil.: bu ülkede kadın olmak hakkaten zor. nil bunun ustesinden gelemedi herhalde..

**ayrica hakkını teslim etmek gerek. 2 numaralı abazan sayfalar dolusu övgü alırdı inci de yazmış olsaydı.

yaran inci sözlük ayarları

başlık: mahkemede nicklerle mi çağırılıcaz lan

16. olmaz böyle şey abisini siktiklerim

( amına korum lan senin ? 07.01.2011 09.21 )

44. @16 olum en çok sen yırttın şanslı amcık

sözlük yazarlarının itirafları

insan yasaların meşru olarak görmediği bi işi yapmayagörsün sözlük! her gece rüyasında bir başka biçimde alır kolluk kuvvetleri evden. sadece bir defa kaçmayı başarabildim, gerisinde hep yakalandım.

mapus damı koyar be adama sözlük!!

dipnot : anlatılanlar tamamen hayal ürünüdür. kimse inanmasın..

sütlü çay

--spoiler--

londra'da çay saatinde evsahibi herkese şu soruyu sorar: 'önce çay mı yoksa süt mü?' sonunda her ikisi de aynı kapıya çıksa, çayla süt aynı fincanda karışsa bile ingilizler hangisinin önce doldurulmasının yeğlendiğine büyük önem verirler. onlar için bu olay, son hükümet bunalımından da büyük önem taşır.

--spoiler--

iz bırakan kitap cümleleri

Düşler, anılar, kutsal şeyler- hepsi de aynıdır, çünkü hiçbirine dokunamayız. Dokunabileceğimiz şeyden bir kez ayrıldık mı, artık o şey kutsallaşmıştır. Ulaşılamayanın güzelliğine, mucizesellik niteliği kazanır.

Bahar Karları/Yukio Mişima

zincirlenmiş zamanlar zincirlenmiş sözcükler

mehmed uzun un 1999 yılında lettre inrenational gazetesinin diğer birçok yazara sorulan 'yeni yüzyılın nasıl olması' gerektiği sorusuna kendi cephesinden verdiği yanıtlarla oluşturduğu bu denemesinde; hölderlin in 'tarih bir diyalogdur' (veya öyle midir diye soruluyor) mefhumuna açıklık getiriyor. d.bakır cezaevinde eline yaptırdığı 'kürd' dövmesiyle kendi zamanına karşı çıkan 'keké ibram' ın bu davranışın altında yatan sebebi irdeleyen uzun, insanları aşırı davranışlar sergilemelerine yol açanın aslında içinde yaşanılan 'zaman' olduğunu ve bu zamanın da yirminci yüzyıl boyunca birçok insan için zincirlenmiş bir zaman olduğunun altını çiziyor.

yirminci yüzyıl soykırımların katliamların ve ırkçı vahşetlerin çağı olmuştur. her şeye egemen olan totalitarizm olmuştur. peki yirmi birinci yüzyılda daha güzel ve yaşanılır bir dünya için 'ne yapılabilir?'. (ne yapılabilir sorusu kant ın soru tarzıdır.)

ne yapılabilir? uzun, belleği işaret ediyor. wittgenstein in deyimiyle bellek zamanın kaynağıdır. çare unutmak değil hep hatırlamaktır. çünkü unutkanlık ve belleğin kaybı insani yıkımdır.

-- bu deneme daha sonra mehmed uzun un 2002 yılında çıkan deneme kitabına ismini de vermiştir.

roni mina evin e tari mina mirin e

öncesi ve sonrasıyla roman hakkında küçük notlar

- bu roman ve tema fikri binbaşı cem ersever ve sevgilisi öldürüldükten sonra mehmed uzunun kafasında oluşur. tabi bu sadece bir esin kaynağıdır. romanın biyografik bir özelliği yoktur

-uzun ilk defa güncel bir mesele üzerine yazar.

-ilkin türkçeye uzun'un kendisi çevirir, çünkü yayıncılar ya orjinal dilden çeviri istiyorlar (uzun'un kitapları diğer dillere türkçe çevirisinden yapılıyordu daha önce) ya da bizzat yazarının çevirmesini istiyorlar. 'aydınlık sevda gibi - karanlık ölüm gibi' ismiyle türkçe ye çeviren uzun'un çevirisi pek başarılı olmaz, bu işi tekrar muhsin kızılkaya ya devreder.

-şubat 2001'de istanbul 4 no'lu devlet güvenlik mahkemesinde, terör örgütü propagandası yaptığı gerekçesiyle nar çiçekleri ve bu kitap hakkında dava açılır.

- birçok yazar ve aydın örgütü bu davaya tepki gösterir. uzun'a destek için isveç te başkanlığını eric östberg'in yaptığı 'mehmed uzun'la dayanışma komitesi' kurulur. daha önce diyarbakır devlet güvenlik mahkemesinde açılan davayı izlemeye isveç akademi üyesi ve nobel edebiyat ödülü komitesi başkanı kjell espmark bile geilr.

-4 nisanda görülen duruşmasına uzun katılır ve 'sürgün ve anlatının savunması' (bkz. zincirlenmiş zamanlar - zincirlenmiş sözcükler) başlıklı bir metinle savunmasını yapar. uzun savunmasında bı kitabın; gılgamış, ağustos ışığı (w.faulkner) ve karanlığın yüreği (j.conrad) adlı kitaplara açık bir gönderme olduğunu söyler. ''romanın ismi dahi bunu kanıtlar'', der.

-uzun beraat eder. beraat etmesindeki en büyük faktör de uluslararası kamuoyunun bu davaya tepkisidir. hatta isveç dışişleri bakanı anna lindth, türkiye yi ab müzakerelerini dondurmakla tehdit eder.

romanın özeti

önce kahramanlara verilen isimlerin türkçe karşılığını verelim

kevok : güvercin

baz : şahin

jîr : zeki

mader : ana

baz ile kevok un zorunluluktan meydana gelmiş ve aynı zamanda ölümlerine sebep olan aşkları anlatılır, karanlıktan çıkıp aydınlığa doğru adım atmışken. roman baz ile kevok un hikayesidir.

önce baz anlatılır...

ölüm ve cinayet ustası ve karanlığın temsilcisi baz ın hayatı, diğer tüm yakınlarının hayatının son bulduğu gün başlıyor. 'dağlar ülkesi'nin insanları 'yabancı'lardan kaçıp bir mağaraya sığındıktan sonra peşlerindekilere yakalanırlar ve sonları ölüm olur. dumana boğulmuş mağaradan, alevlerin ortasından iki buçuk yaşlarında bir çocuk ile bir köpek yavrusu kurtulur. çocuk fırça bıyıklı subay tarafından devlet yurduna verilir.

baz ın hayatı böyle başlar işte. köklerinden ve geçmişinden bihaber, devlet bünyesinde köklerine düşmanlık besleyerek yetişir; ana- baba sevgisinden, aile ortamının sıcaklığından ve bunlara dair her duygudan azade bazı ın ruhu nefretle yoğrulur; vatan, millet ve general serdar ın muktedir subayı bazı ın bir yanı hep eksik kalır, zaafı olarak yerleşir. şefkatin peşinde koşar, kadınların vücudunda ve yarıklarında hazzın doruğuna ulaşır, ama aşk denilen illetten hiç tattığı olmaz. bir anne, bir kadın ve yuva özlemini eski bir yosma olan mader in kocaman memelerinin ve teninde dolaşan dilinde giderir, azıcık da olsa dinginliğe varır.

evlenir, ama evliliğin henüz ilk gecesinde az daha karısını öldürür. her şeye muktedir ve bir o kadar da muhteris olan baz bir an olsun bu kadına söz geçiremez. bacaklarını açıp baz ı içine aldığında dahi soğuk bakışları üzerindedir baz ın. mutlu yuva hayalleri fiyasko ile sonuçlanır ikisinin de.

dağlar ülkesinde asilerin avcısıdır baz, ölüm yağdırır taşa toprağa. nefretinin elinden kimse kurtulamaz. kudreti her şeyin üstündedir orda. ta ki bir operasyonda, ölmesine ramak kala canlı olarak ele geçirdiği kevok u tanıyana kadar. baz kevok u avlar ve kevok bilmeden anlamadan itirafçı olur. 'tutsaklığın üzerinden üç hafta geçti mi konuşabilirsiniz' metodu başarılı şekilde uygulanmaz galiba ve kevok un gösterdiği sığınaklara yapılan baskınlarda arkadaşları topluca öldürülür, onu ölümün soğuk pençelerinden kurtaran renas katledilir.

kevok, bir göç esnasında 'çöller ülkesi'nde doğan sonra 'büyük ülke'ye fransız dili ve edebiyatı'nı okumaya gelen, sevgilisi jîr in ağzından çıkan tol(intikam) kelimesi yerine bedeninden dol(döl) alan ve onu kürtajla öldürüp jîr in ardından giden kız... kevok aydınlık dolu günleri topraklarına getirmek için dağlar ülkesinde asilere katılır, ama yolunda baz vardır.

baz ile kevok ilkin o göç esnasında karşılaşırlar. kevok yeni doğmuştur, baz ise yeniyetme bir subaydır. ikinci karşılaşmaları ise ölümün ortasında olur. aydınlık ve karanlığın güçleri karşı karşıya gelir, doğum ve ölüm gibi.

baz türlü türlü işkence yöntemleriyle kevok a egemene ait olan bütün düşünceleri empoze eder ve kevok artık nefreti de yazar defterine.

fakat bazen çok nadir de olsa aydınlık da galebe çalar karanlığa karşı. kevok ile geçen zamanda baz da ani değişimler olur. baz kevok a aşık olur, baz şiir okur ve klasik müzik dinler, baz sır perdesi altındaki o bilinmezliklerle dolu geçmişini merak eder ve fırça bıyıklı subayın son kelimelerinden bir şey sezinler; 'yoksa ben de oralı mıyım' diye sorar, baz vatanı ve milleti için dağlarda heder ettiği ömrünün aslında kimsenin umrunda dahi olmadığını anlar, baz 'onların belini bu sefer de kıracağız ama onların stranlarını (ezgi) susturabilecek miyiz?' diye haykırır bir askeri toplantıda; baz öldürmekten ve ölümden usanır, baz yorulur ve baz pes eder.

baz kevok u devlet güçlerine teslim etmez, birlikte kaçarlar. fakat talih yine yanlarında değildir. baz ve kevok ne zaman kaçtılarsa düşmanlarından hep yakalandılar, yine yazgılarında aynı son yazılıdır.

önce kevok u öldürürler baz ın gözleri önünde, sonra da baz gider kevok un peşinden...

romanın üslubu ve tekniği

on yedi bölümden oluşan romanın ilk ve son başlıkları aynıdır: ölüm.. bu tür sonun başlangıcı olan, en son gerçekleşen olayı en başta verme metodunu (daha çok iskandinav edebiyat geleneğinde kullanılır) daha önceki romanlarında da çokça kullanmıştı uzun.

genel olarak hikaye tanrısal-anlatıcının diliyle aktarılır. roman baz ile kevok un hikayesi şeklinde ilerlerken ilk defa 7. bölümde tanrısal- anlatıcı, 'roman yazarı' rolünde olaylara müdahil olur. büyük ülkede yargılanan bir yazara destek olmak için gelen yazar burda geçirdiği bir günlük zaman dilimini anlatır. bu sırada kevok adlı bir kızla tanışır. bir postmodern kurgu olan üstkurmacanın varlığını bize hissettiren uzun un romanının sonlarına doğru batılı yazar tekrar bir parantez açıp bu romanın yazılmasına vesile olan karpostal (kevok göndermiştir) ve bir kaç sayfa sonra da baz ile kevok un ölüm haberini gazeteye değinir. kurmaca içinde gerçeklik vardır aslında burada; yani hayali yazarın reel anlatısı..

klasik roman anlayışından ayrılarak modern ve post-modern ilkeler doğrultusunda metni kurgulayan uzun bu akımların metodunu kullanırken aynı zamanda dilini ve üslubunu da buna uygun bir şekilde yerleştirmiş. bir belgesel-film setini andıran romanda okuyucu sanki hareketli bir kameranın başına geçmiş ve kahramanların peşinden giderek olaylara tanık oluyor. romanda yazarın bizzat kendisinin dahil olduğu bölümlere ek olarak diğer bölümlerde de yazar kimi zaman birinci çoğul kipi kullanarak hakim anlatıcı rolünden sıyrılıyor ve okuyucuya karakterlerle her daim birlikte olduğu hissini aşılıyor.

baz ile kevok un psikolojik ruh haletler dei dolaysız ve çıplak bir şekilde aktarılır.ayrıca romanda doğa ve ruh betimlemeleri çok geniş yer tutarken tekmil kahramanlar kişiliklerine uygun olarak alegorik birer sıfatla nitelendirilmiştir. bu da romanın kurgusal yanını güçlendirmiştir.



romanın esası hakkında eleştiri

ortalığı kasıp kavuran ve geçmişten bu yana güncelliğini koruyan bir meseleye el atan uzun, vahşetin en şiddetlisinin yaşandığı bir coğrafyada iki tarafta da yeterince yerleşmiş olan 'nefret'i olanca çıplaklığıyla anlatısına malzeme olarak seçmiş. gılgamış ın karanlık bir ormanda aydınlığa ulaşma arzusu ile başlatılan romanda ki gılgamış sonunda aydınlığa ulaşır , destanın aksine roman ölüm veya daha genel söylem olan karanlık ile son bulur. bu da aslında gılgamış ın hüsranına, yani ölümsüzlük otu peşindeki gılgamış ın ölüm ile tanışmasına yapılan bir göndermedir. aydınlık ile karanlığın mücadelesi şeklinde ilerleyen hikayede aşk aydınlık rolünde iken ölüm ise karanlığın suretindedir. roman ise ölüm ile başlayıp yine ölüm ile biterken çok net bir şekilde karanlığın mücadeleye galip başlayıp mücadeleyi galip bitirdiğini gösteriyor, ölüm aşkı alt ediyor yani.

aydınlık ile karanlığın zıt kutupları yaşanan olaylarda böylesi güçlü bir tonda hissedilirken kahramanların iç dünyasında da yeterince yer alıyor. karanlık baz ile özdeşleştirilirken kevok aydınlığın temsilcisi olarak veriliyor. ama her şey bu kadar net bir siyah-beyaz değildir. bu zıt kutuplar hem baz da hem de kevok ta içiçe geçmiştir. yani aşkın ne kadar aydınlık ve ölümün de ne kadar karanlık olduğu zaten muammadır, teması işleniyor.

romanda her şey kurgusal özelliktedir. uzun un mahkemede okuduğu savunmasında da belirttiği gibi aslında ne baz diye biri vardır, ne kevok.. ne de jîr veya mader.. tarif edilen zaman ve mekan da aslında hayalidir. hatta okurken anlatının bir distopyadan ibaret olabileceği sanısına kapılabilir okur. çünkü tasviri edilen coğrafya ( büyük ülke, dağlar-çöller- denizler ülkesi ), yaşanan trajedi (toplu göç ettirmeler, yakılan köyler, yaşanan katliamlar) ve kahramanların uç yaşam tarzları gerçeklikten biraz uzak görünüyor. ama bunların bir düş-veya kabus- olmadığını bir yerde kevok bize söylüyor: 'hayır, bu ülke, bu insanlar düş değil. yazdığım şeyler düş ya da hamhayal değil. yakılan köyler, ormanlar; ölen, katledilen insanlar; yükselen çığlıklar düş değil, bu ülke gerçeğin ta kendisi..'

son olarak uzun un böyle bir sorunu yazarken takındığı tavra değinmek gerekiyor. aydınlık-karanlık ve siyah-beyaz gibi sadece iki kutbun veya iki safın olduğu böyle bir meselede, ya bizden olacaksın ya onlardan mekanizmasının çok keskin bir tempoda çalıştığı bu sorunsal olguda, uzun o çok sık bahsettiği ve kendini ait hissettiği 'radikal hümanizma'dan taviz vermemiş ve hiçbir tarafta yer almayarak yaşananları çırılçıplak göstermiştir. baz gibi 'sadist ve karanlık ruhlu ölüm ve cinayet makinesi' kahramanına dahi sıfır önyargıyla yaklaşmış ve kararı okuyucuya bırakmıştır. aynı zamanda kevok u da saflık ve masumiyet tanrıçası olarak göstermeyip okuyanın gözünde kutsallaştırmamıştır. her ne kadar aydınlığın temsilcisi konumunda olsa da yukarda bahsettiğimiz gibi kontrast halindeki duygular ve hisler kevok ta da yer edinmiştir. tabi bunları öyle çok objektif şekilde aktarması uzun u yaşatılan vahşet karşısında suskunluğa itmemiş, gerektiği yerde büründüğü kahramanları vasıtasıyla vicdani sesini yükseltmiştir .

bir kürt ün vatanını sevmesi

hangi vatanı ?

çatıdaki pencere

'zaman içinde kaybolan ve bulunan kitap'... öyle tanımlıyor josé saramago nun eşi pilar del rio bu kitabı. saramago nun 1940-50'li yıllarda yazdığı ve çok sonraları okuyucuyla buluşan ilk romanı.

pilar ın önsözde anlattıklarına göre, josé yirmili yaşların sonlarına doğru bu kitabı yazıp bir yayınevine gönderiyor basılması için. ama gidiş o gidiş... josé umutlarını saklayadursun, yayınevi kitabı basmayacağına dair red cevabını bile ulaştırmıyor yazara. ( buna hukuk dilinde zımni red diyoruz ya, neyse. umut fakirin ekmeğidir ne de olsa). belli ki yayınevinin bu sorumsuzluğu josé ye çok dokunuyor ve aradan yirmi yıl geçtikten sonra ancak bir şiir kitabı çıkarıyor . ve ardından dur durak bilmeden onlarca eser veren josé artık dünyaca ünlü bir yazardır, ki 98'de aldığı nobel ödülüyle bunu tescil ettiriyor isveç akademisinde .

sonra günlerden bir gün yayınevi saramago yu arayıp kitap arşivlerini başka yere taşırken, kendilerine vakti zamanında gönderdikleri bir kitabın taslağını bulduklarını ve izinleri olursa basmak istediklerini söylüyorlar. ( buna da yeşilçam dilinde, bir zamanlar istanbulun fakirliğinden ötürü horladığı bonus kafalı inşaat işçisi iboya günü geldiğinde ibrahim bey demek zorunda kalması denir). büyük bir nezaketle teşekkür edip bu isteği geri çeviriyor onurlu ve gururlu monsieur saramago. gidip kitabını alıp dönüyor. yaşamında basılmasına izin vermiyor.(acep neden?) biz saramago okurları böylelikle sevgili yazarımızın ölümünü kollamak zorunda kalıyoruz bu esrarengiz kitapla tanışmak için.

ta ki josé saramago 'hakkın rahmetine kavuşur ' ve eşi pilar gözden geçirip bastırır kitabı. sağolsun bir yazı da kaleme alıp kitabın önsözüne koyar.tabi başta diğer bütün faktörlerin yanında ayrıca çok romantik de geliyor. sophie, kocası tolstoy'un yazdıklarını temize çekmiş ve biz bunu yüzyıl sonra hala konuşuyorsak, pilar ın yaptığı da azımsanacak bir iş değil. ölen kocasının kutsal davasını sürdürüyor işte. ohh tanrım, sadece bu olaydan bile çok egzantrik bir roman çıkar. ölümün bile yenemediği bir aşk hikayesi! kitabı alacak yayınevi de belli: pegasus yayınları... (konu dağılıyor, farkındayım. tamam gevezeliğe son veriyorum. pilar senden de özür diliyorum ilişkinize karıştığım için. bi dahs olmayacak.) ama durun bir dakika ya! kitabı okuyup da bir saat tefekkür ettikten sonra bunun muhtemelen yayınevinin verdiği gazla yazılan bir metin olduğu anlaşılıyor. çünkü bu önsözde pilar kitabı öylesine cilalayıp süslüyor ki sanırsın tanrının gönderdiği kitab-ı mukaddes e saint paul yetkisiyle tanıtım metni yazıyor. neyse bulunduğu konum ve hısım ilişkisi sebebiyle bu subjektif davranışını yadırgamayalım. hem saramago nun mirasının dağıtılacağı birinci zümrede yalnızca pilar hanımın kendisi bulunuyor. e zaten aslan payını yayınevi sahibi kalantorlar alıyor.çok bilinenli menfaat denklemi işte. josé'nin kemiklerine de sızlamak düşer.

her neyse konumuza dönelim. pilar, kitabın çıktığı andan itibaren dünyanın dört bir yanında saramago okurları tarafından üstün bir ilgiyle karşılandığını belirtmiş. murakami abiye ayıp olmasın ama saramago okurları da karda kıyamette kuyruğa girmişler kitabı almak için. bazı uyanıklar yüklüce alıp daha sonra baskılar tükenince karaborsadan beş misli fiyata geçirmişler. (burayı biraz abartmış olabilirim. hüsranıma verin).

ama kazın ayağı hiç de öyle değil be dostlar! yani çok olağanüstü bir durum olmasa gerekti bu. kapağında josé saramago markasının olması ve hemen üstüne de süslü puntolarla 1998 nobel edebiyat ödülü başlığının konulması ( ruhun şad olsun sartre amca! bu ödülü elinin tersiyle itip o akademinin başına çaldın ya artık başımızın tacısın.) kitabı zaten anında best-seller klasmanında zirveye taşır. hele de zamanın içinde kaybolup sonradan bulunması gibi mistik bir olgu varken. yani şunu demeye çalışıyorum. ben bir kitap yazayım ve kendi adımın yerine josé saramago yazayım, akıbet aynı olur. marka değeri diyoruz biz buna. cemaziyülevvelin karşısında derin bir saygıyla eğiliyorum josé. ne hoş bir hatıra bırakmışsın. onu kirletenler utansın, ne diyim..

şimdi beklentiyi muaazzam bir safhaya çıkardın pilarcım. gel gör ki hiç de bu beklentileri karşılayabilecek bir metin değildi elimizdeki. ilk sayfalarından kendini ele veriyordu. saramago gibi bir deha ve mucizevi bir kalemin çıraklık dönemine ait olsa da yazacağı bir roman bazı standartların üzerinde olmalıydı. kalburüstü olmanın sorumluluğu da kalburüstüdür, bizi kandıramazsın sevgili pilar!

kitabın muhteviyatıyla ilgili çok fazla tafsilata girmeyeyim. işte salazar döneminin portekiz inde bir apartmanda bulunan beş altı haneyi ve bu hanelerde ikamet eden insanların hikayeleri romanın konusunu oluşturuyor. sırasıyla bu evlerin içinde yaşananlar anlatılıyor ve dikkat çeken bir özellik, bu insancıklardan biri diğerinden daha önemli veya önemsiz değil. yani filmde esas oğlan yok, herkes figüran. veya hadi şöyle diyelim; herkes başrolde. bir diğer dikkat çekici nokta, herşey bu evlerin içinde dönüyor bir iki istisna dışında. ayrıca işin ilginci bu evlerin birbirleriyle olan münasebetleri istisnalar kaideyi bozmasın ( hangi istisna kaidesini bozacakmış, şaşarım) hemen hemen sıfır seviyesinde. yahu bu portekiz denen yerde komşu ziyareti denen gelenek hiç mi olmaz kardeşim diye soruyorsun kendine. hadi geçtim ziyaret faslını insan ara sıra birbiriyle kavga eder. kavgasız hayat mı olurmuş? son olarak, roman biterken hadi bir şey yaşansın diyorsun, bir şeyler olsun da bari gönül rahatlığıyla anlayalım sona geldiğimizi. ama yok. nuri bilgenin filmleri gibi her bir evde ekran birden sessiz ve sedasız kararıyor.

biraz da romanın üslubuna ve diline değinirsek eğer, cümleler pek yavan be josé! bizi alıştırdığın ve aklımızı başımızdan alan anlatımından eser yok bu kitabında. nuri bilge nin fimlerinde bu kıt sinema bilgimizle olaydan pek bir şeyler çıkaramasak da en azından o kadrajdaki görüntü ve kareografi birazcık ruhumuzu okşuyordu. senin bu kitabında ne ses var ne görüntü.

kitabın ismine hiç laf etmeyeceğim zaten. romanda ne çatıyla ilgili bir şey var ne de pencereyle ilgili. hani illa bi isim koymak gerekiyordu diye diretiyorsan fazla masrafa girmeyip umberto eco gibi una rosa é rosa tarzı birşeyler uydursaydın ya.

eleştiri biraz ağıra kaçıyor farkındayım. josé şimdi mezarında ters dönmüştür. ulan sen de kim oluyorsun diyordur kesin. neyse geçelim buraları, hayranın olduğumu biliyorsun. hatta bakabilirsin(#18897500). anlayacağın ne diyorsam iyiliğin için. yine de affet beni.

ama her şerde de bir hayır yok değildir. şimdi saramago nun bu kitabının zamanında yayınlanmaması ile dünyaca ünlü bir yazar olması arasındaki ilintiyi açıklamaya çalışacağım. ne de olsa tüm olaylar arasında bir sebep-sonuç ilişkisi vardır. koca dünyanın akıl almaz muazzam tarihini bile bu kuyruklu doktrinle açıklıyorsak saramago nun kişisel tarihi bunun yanında ne ki?

ve şimdi şöyle ki, hangi yazardı hatırlamadım şu an ismini (allah nazardan saklasın, ne de sağlam bi referansım varmış!). özetle bunu diyordu, 'genelde ilk yazılanlar yaşanmışlıktan öteye geçmez. bu da sanatın sanat kurallarıyla yapılması gerektiği kaidesine çoğu zaman ters düşer (ne alaka diye sormayın hemen, bağlantıyı ben de çözemedim. fakat nedendir bilinmez bana mantıklı geldi.). onun için bir yazar ilk yazdığı eserini yayınlamadan çöpe atsın. ancak bundan sonra mükemmel eserler verebilir.' kim bilir, geothe'sinden dostoyevski'sine, stendhal'ından da kafka'sına (bu arkadaş biraz abartmış olabilir temizlik harekatını. allahtan vasiyetini yerine getirmeyen vefasız bir arkadaşı var.) bir çok şair ve yazar bu cesareti göstermiştir. allah her kuluna da böyle bir cesareti nasip etmez. görüyorsunuz işte geothe diyoruz, dostoyevski diyoruz, daha neler kimler var listede. tıfıl saramago bunu yapmamış tabi. bu kitabı bitirdiği gibi hemencecik bir yayınevine yollamış. ki basılsaydı, o dönem camus ile sartre ın yörüngesindeki dünya kesinlikle tınlamazdı bile bu ucuz ve pespaye eseri. belki saramago da bu hüsranla değil yirmi yıl, sittim sene başka bir şey yazmayacak ve ömrünün bu şaşaalı günlerini hiç göremeyecekti. ama allah ona da sorumsuz ( insan olumsuz da olsa bari bi cevap verir. böyle editör olmaz olsun!!), pişkin ve bir o kadar da dalkavuk ( iboya ibrahim bey diyen istanbulu hatırlayınız) bir yayınevi bahşetmiş. hiç inanmadığı tanrısının şanslı kuluymuş demek. böylece bu eser deponun bir köşesinde unutularak asıl saramago nun yapması gereken muameleye nail olmuştur. 98 nobel i tesadüfler silsilesine borçludur josé saramago desek, yeri midir acaba?

velhasılı kelam, çatıdaki pencere iyidir, hoş bir kitaptır. ne de olsa josé saramago nun kaleminden çıkmıştır. alıp okuyun..

henry david thoreau

gather ye rosebuds / old time is still a-flying / the same flowers that smiles today / tomorrow will be dying.

derebilirken der gonca gülleri / akıp gidiyor zaman / bugün gülümseyen çiçek / yarın ölüp gidecek.

böyle dizelere de bu dizelerin sahibi thoreau ya da can kurban..

kavaklar

sizi intiharın kıyısına kadar götürüp orda bırakır. bitirseniz işinizi artık kavakların hüznünden mahrum kalacaksınız, yapamazsanız da eskisi gibi değilsiniz bir ömür.

kavaklar ölümle yaşam arasındaki müphem çizgidir. bu çizginin ne berisine ne de ötesine adım atamazsınız. bedeniniz üşür, yüreğiniz sızlar ve omzunuzdaki kesik kol hep kanar..

sözlük yazarlarının itirafları

hayatta her şey zamansız mı gelir be sözlük..?